Mimar Fahrettin Aykut’un son projesi olarak Haziran 2021’de kapılarını açan Fethiye Turunç Pınarı Koyu’ndaki Yazz Collective, bir Akdenizli ve nereye giderse gitsin bu konsepti yaşatmak üzere kodlanmış. Aykut, binlerce yıllık geçmiş ile medeniyetlere ev sahipliği yapmış Kayaköy’ün rüzgârını alan koyda, mimari ve sanatın birlikte geliştiği, samimi, doğal, saygılı ve zamansız bir yaşam kurgulamış.
Yazz Collective’in tasarım sürecini bize özetler misiniz? Markanın yaratıcısı Mehmet Can Uzun ile uzun yıllara dayanan bir dostluğum var ve onun yönetiminde geçmiş yıllarda Hillside çatısı altında birçok başarılı projeye imza attık. Yani, aramızda kolektif bir çalışma bilinci var. Benim aslında bütün müşterilerimle ilişkimin bu olduğunu fark ediyorum ve bazıları ile neredeyse yirmi yılın üzerinde olmasına istinaden mimari bir ihtiyaçta aranan ve çözen bir dost niteliğim var sanırım. Öncelikle bir tasarımcının yapması gereken, işi yapacak kişi ile coğrafya ya da mekânı evlendirmektir. Söz konusu olan mekân, tüm uzuvları ile yönetilecek bir alan olarak görülmelidir. Bu, sadece dekor ve benzeri yapısal faktörler olarak düşünülmemelidir. Ben bu yüzden kendimi genelde işin sahibi olarak görüyorum.
Mehmet Can ile uzun süre konuştuk, onun duygularını ve tüm hayallerini dinledim, arazide uzun günler kaldım ve doğru cümleyi buldum. Günün sonunda yıllardır oradaymış gibi bir yaklaşım olmalıydı ve amaç, mevcut doğa içinde ağaca, kayaya ve benzeri tüm ekolojik unsurlara dokunmayan zamansız bir figür geliştirmekti. Böylece, önemli bir yol ayrımı olarak işi yerinde çizmeye karar verdim. Ekibimi toplayıp pandeminin en başında koya yerleştik. Her ağacı, her kayayı yerinde değerlendirerek önce toprağa, sonra da kâğıda çizdik. Günlerce mahsur kaldığımız oldu çünkü kara ulaşımı yoktu. Çok güzel, çok uhrevi bir dönemdi. Sokağa çıkma yasağı başlamış ve her gün ıssız bir koyda uyanıyorsunuz. Bazen günlerce hava şartlarından ulaşım bile yoktu. Bu çalışma yaklaşık iki ayımızı aldı.
Bir mimar ve konsept yönetimi yapan tasarımcı olarak kendi rafine çizginizi bu projede nasıl hayata geçirdiniz?
Duyarlılık, egoyu sıfırlama, karşınızdakini tam dinleme, coğrafya ile arkadaş olma ve yerinde yapma… Bunlar benim beş prensibimdir. Bu doğrultuda yörenin malzemelerini naif üretim teknikleri ile kullandım. Neredeyse her şeyi Yazz için tasarlayıp yaptırdım, birkaç sandalye ve benzeri hariç. Renkler ve malzemeler gibi yapısal yaklaşımların tamamında yapıları öldürmeye, yok etmeye çalıştım adeta. Mevcut ekolojiyi koruyup üzerine ona uygun ilaveler yaparak ilerledim. Malzemeler ve geçişleri adeta bir aile düzeninde yönettim. Hereğin DNA’sını düşünerek hareket ettim.
Günümüzde tasarımın lüks olarak tanımlandığına denk geldiğimiz oluyor. Yazz Collective’de siz lüksü konforla nasıl mütevazı hale getirdiniz?
Lüks bir algı yönetimidir. Konfor ise fiziki bir yönetim alanıdır. Her ikisinin birlikte olma hali genellikle olandır. Ben Yazz’da naif tasarım unsurları ile bir lüks algısı yarattığımı düşünüyorum. Doğal malzeme ile zanaat ve tasarım yan yana geldiğinde, oraya ait, özel üretim ve ulaşılmaz olması ile lüks tanımına girer. Ben hemen hemen tüm mekânı bu algı ile yönettim.
Bugüne dek gerçekleştirdiğiniz projeler arasında Yazz Collective nasıl kendini ayrıştırıyor?
Yaratım sürecinde Mehmet Can ile uzun toplantılar ve sohbetler yaptık. Aslında işin doğrusunu bulmak yerine onun hayalleri, Yazz’ın bulunduğu koyun eşsiz konumu, doğası ve benim farklı disiplinleri bir araya getirmem ile benzeri olmayan, ‘oraya ait olanın’ gerçekleşmesi olarak ortaya çıktı. Mehmet Can’ın da istediği buydu zaten. “Hiçbir özenme, bezenme olmadan, kimseyi umursamıyorum, mekânlar, rekabet, kim ne yapıyor, ne yapmış, aradığımız tek şey buranın doğrusu olmalı” dedi ve kolektif bir yaklaşımla doğrusu ortaya çıktı. Bu kolektif üretim süreci, adına bile yansıdı. Bu yüzden Yazz Collective adı verildi. Hem yaratım süreci, hem de ortaya çıkan şey, bence çok ayrı ve farklı. Ve açıldığı andan itibaren gelen yorumlardan anlıyorum ki benim benzersiz olarak tanımladığım Yazz için konuklar da aynı şeyi hissediyor. “Bir mimar olarak projeyi bitirdim, çıktım” değil; sanat galerim Faar Art Gallery de ‘Zamansız’ adını verdiğimiz özel bir seçki ile orada yer alıyor. Ayrıca, önümüzdeki günlerde müzik grubum Myth of Drum ile minik spontan bir performans düzenlemeyi bile düşünüyorum. Yani, kolektif ruhumuz devam ediyor, birlikte her yeni gün bir şeyler geliştirmeye devam ediyoruz.
Daha çok turizm ve restoran ağırlıklı çalışıyorsunuz. Neden tercih ediliyorsunuz?
Bir şekilde 90’lı yıllarda başlayan turizm sektöründeki projelerim, beni bu yöne itti. Zaman içinde burcum olan yayı sağlam şekilde besleyen yüzlerce seyahat ve harika insanlar ile kurulmuş dostluklarım oluştu. Bu sayede halen turizm alanında çalışmaya devam ediyorum. Sürekli kıyılarda dolaşıyor olmam cabası elbette.
İmza attığınız tüm projelerde tasarım kadar sanatın da ön planda olduğunu görüyoruz. Sanat, mimarlık anlayışınızda neden bu kadar önemli bir role sahip?
Sanatı, mimarlıkla aynı anda birlikte yönetmek adına bir oluşum kurdum. Faar Gallery ile sanat ve sanatçının ürün yönetimini eş zamanlı yapmayı hayal ediyorum. Şu an elimdeki projeleri bu şekilde gerçekleştiriyoruz. Yani, sanatı bir dekor unsuru olmaktan çıkarıp ana tasarım referansı ve hatta işin büyük parçası haline getirmeyi amaçlıyorum. Bununla mimarinin gereksiz, yapısal olmayan ve süse dayalı unsurlardan kurtulacağı kanaatindeyim. “Duvar için sanat değil; Sanat için duvar!” tasarlıyorum.
Tasarım ile sanat zihninizde nasıl birleşiyor ve nasıl ayrılıyor?
İkisi aynı anda birlikte hareket ediyorlar ve hiç ayrılmıyorlar. Aslında yaratım içgüdüsü ve yaratım algısı, göreceleri dışında, zihinde her alanda aynı şartlarda hareket ederler. Sanatla tasarımı ayıran şey, yaratıcılık adına görecelerdir. Yoksa kimya aynı kimya. Sanatta görece kişiye aittir ve sadece kişiseldir. Mimari ve iç mimaride ise onlarca görece vardır. Ben görecelerimi oluştururken sanat algı ve yöntemlerini elden hiç bırakmıyorum.
Hazırlayan & Fotoğraf: Rana Korgül