Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’nun Sedef Adası’ndaki evi yeşilliğin ve sessizliğin ortasındaki bir cennet gibi. Burada zaman gerçekten de çok farklı akıyor.
Prens Adaları’nın pek bilinmeyen bir üyesi Sedef Adası… Hem alan olarak hem de nüfus hem de mimari olarak diğer adalarla alakası yok. Bu adaya öyle elinizi kolunuzu sallayarak da girmeniz mümkün değil çünkü burası “özel” bir ada… Senelerdir burada yaşayan insanları ile Sedef Adası, Marmara Denizi’nin ortasına düşmüş farklı gezegenden bir kara parçası gibi. Adanın 50 yıllık müdavimlerinden Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’nu Sedef Adası’ndaki evinde ziyaret ettik. Sedef Adası’nda yaşamanın nasıl bir duyguya işaret ettiğini kısmen de olsa öğrendik.
Sedef Adası sizin için ne ifade ediyor? Ada ile kurduğunuz ilişki yıllar içerisinde nasıl değişti?
Sedef Adası benim kendimi en mutlu hissettiğim yer. Adada 50 yılımı doldurdum. Çocukluğum, gençliğim burada geçti. Sedef Adalı olmak denen bir şey var kanımca, bu adalı olmaktan öte bir şey. Toplam 60-70 evli bir adadan bahsediyorum. Biz burada geniş bir aileyiz hatta aileden de öte. Tüm sevinç, üzüntülerimizi paylaşıyoruz. Aslında yıllar geçtikçe belki de yaşlandıkça bu ada ile kurduğum ilişki tutkuya dönüşüyor. İlkbaharda ada burnumda tütmeye başlar, her yıl ayağımı adaya ilk bastığımda “Şükür bu yıl da geldik” dediğim belki de yegâne yer burası. Benim evlerle ilgili hiçbir duygusal bağım olmadı yaşam boyu ama tek istisna burası. Şöyle ki evlendikten sonra –ki önümüzdeki yıl 30.yılımızı dolduruyoruz- tam 7 ev değiştirdim. Kimi kira idi kimi de alıp sattığımız daire veya evlerdi. Bir evden ayrılınca burukluk gibi hisler pek de anlayamadığım hisler ama adadan ayrılmayı bir an olsun bile düşünmedim zira buradan ayrılırsam gerçekten çok mutsuz olurum. Yazları Bodrum veya Ege’ye tatile gitmek benim için bir kâbus. Tabii adalı olmayanlara bunu anlatınca pek anlamıyorlar. Marmara’da deniz temiz değil ki den başlayarak bir sürü gerekçe sunuyorlar haklı olarak. Ama zaten anlamalarını beklemek de yanlış.
Adada yaşam nasıl ilerliyor? Siz zamanınızın ne kadarını burada geçiyorsunuz?
Ben Haziran ayından Ekim’e kadar buradayım. Şehirle alakamı mümkün mertebe bu süre içerisinde kesiyorum. En büyük zevkim geceleri burada uyumak. Senelerdir gece bir davet, konser olsa bile ne yapıp edip gece adaya dönmeye bakıyorum. Aslında samimi konuşmak gerekirse, düğün davetlerin çoğunu da ıskalamayı tercih ediyoruz eşimle. Yani yılın yaklaşık dört ya da beş ayını burada geçiyoruz. Benim için ada tam bir rehabilitasyon merkezi. Kışın o kadar yoğun çalışıyorum ki yazın burada ancak kendime gelip bir sonraki kış için enerji depolayabiliyorum.
Yaşadığınız evin hikâyesi nedir? Ne zaman buraya taşındınız ve seneler içerisinde evde nasıl yenilikler yaptınız?
Adayla ilk tanışmamız annemin dayısının kızı Avukat Süreyya Ağaoğlu teyzeyi ziyaretiyle başlıyor. Ben henüz 3 yaşındayım. On, on beş gün kadar annem, anneannem, ağabeyim ve babamla burada kalıyoruz. Annem adaya âşık oluyor ve adanın sahiplerinden Şehsuvar Menemencioğlu da tanıdığı eş dostlarına adada içlerinde henüz tamamlanmamış olarak sattığı arsalardan birini babama teklif edince annem babam da satın alıyorlar ve inşaat tamamlanıp yaşamaya başlıyoruz. Hiçbir yazı atlamadan bugüne kadar her yaz düzenli olarak geldik. Evde iki kez tadilat yapıldı. Son büyük tadilat beş sene önce yapıldı. Sağ olsun eşim, hem meslekten olması hem de zevk sahibi olması sayesinde son derece sade, kullanımı rahat bir yaz evimiz oldu.
Rahmetli annem avukat Suna Ağaoğlu Giritli ve babam Prof. Dr. İsmet Giritli’ye her sabah şükredip öncelikle anneme bu evi satın almada ısrarcı olması sonrasında da babama bu konuda hemfikir olduğu için rahmetle anıyorum.
Evin mimari özellikleri nelerdir?
İki katlı ve 240 metrekare bir alana sahip olan bu evde dört oda, iki mutfak, iki banyo var. Alt kat ve üst katlarda iki geniş balkon mevcut. Dış mekânda yaşamaya uygun şekilde dekore ettik.
Evinizde geçirdiğiniz vakitlerde yaşam alanınızı nasıl kullanıyorsunuz?
Günde ortalama beş saatimi çalışma odamda geçiriyorum. Oldukça serin bir oda. Aslında oda rahmetli annemin yatak odası idi. Annem adada bu odada son nefesini verdi altı sene önce. Aslında bu odada olmak kendimi ona yakın hissettiriyor. Saçma gelebilir ama böyle. Yemeklerimizi dış mekânda yeriz her hava koşulunda.
Evdeki mobilya ve aksesuarların hikâyesi nedir?
Bu evdeki mobilyaların hikâyesi tam bir potpuri havasında… Annem babam evlendiklerinde satın aldıkları ilk mobilyaları olan büfe, yemek masası ve şifonyeri kullanıyorum. Yemek masasını çalışma odamda çalışma masası olarak kullanıyorum. Ayrıca eski kışlık evimden getirdiğim koltukları da kullanıyorum. Aslında bu evde rahmetli annem ve babam üst katta biz alt katta yaşıyorduk. Onların vefatından sonra üst kata taşındık. Alt katı ise kızım, arkadaşları ve bize gelen misafirler kullanıyorlar. En büyük hobilerimden biri seyahat etmek… Çoğu aksesuarlar gittiğim ülkelerden aldıklarımdan oluşuyor. Gidip de mağazadan bir aksesuar almak gibi bir alışkanlığım yok. Ailemden kalanlar ile benim topladıklarım sayesinde ev doldu. Çoğu zaman da eve uygun diye değil de seyahate ait bir hatıra olsun diye alınan şeyler olduğu için evde aksesuar patlaması yaşıyoruz. Her seyahate çıktığımızda eşim “Yasemin yeter evde koyacak yer yok” diyor haklı olarak.
Yaşam alanınıza dâhil ettiğiniz objeleri neye göre seçiyorsunuz?
Gözüme ruhuma hitap eden dokunan her objeyi toplarım. İlla ki bir yeri vardır düşüncesiyle. Hediye vermeyi galiba hediye almaktan daha çok seviyorum. Dolayısıyla aldığım her obje kendime aldığım bir hediye gibi.
Evinizi kimlerle paylaşıyorsunuz?
Evimi kocam Bülent İnceoğlu, kızım Deniz İnceoğlu ve kızımın köpeği evimizin neşe kaynağı Gaia ve yardımcımız ile paylaşıyoruz. Evimi tüm sevdiklerimle dostlarımla paylaşmayı seviyorum. Yaşam zaten paylaşmak değil mi?
Burada komşuluk ilişkileri nasıl? Yıllar içerisinde Adalı insanların profilinde ne gibi değişiklikler oldu?
Komşuluk ilişkilerimiz çok iyi. Teklifsiz, en ufak bir formalite zorunluluğu hissetmeden birbirimizi davet edebiliyoruz. Adaya yeni aile üyeleri de eklendi. Bazıları adalıların ailelerini büyütmeleri sonrası katılanlar, bazıları da yeni kiracılar veya mülk sahipleri. Açıkçası ben eskiler, yeniler diye bir ayırımın son derece ayrıştırıcı ve ötekileştirişi olduğu kanaatindeyim. Aksine yeni gelen dostlarımla adanın ruhunu paylaşmak ayrı bir güzel.
İstanbul’un değişen çehresine dair düşünceleriniz nelerdir? Kent hayatının hızını ve adanın görece daha izole hayatını birlikte deneyimlediğinizden soruyorum: İstanbullu olmayı nasıl tanımlıyorsunuz?
İstanbul’un değişen çehresi korkunç… Tam bir zevksizlik abidesine dönüştü. Biz şehre hem çok yakındayız hem de son derece izole yaşıyoruz. En büyük avantajımız da bu olsa gerek. Adada evim ilk sırada denizi ağaçlar arasından görüyorum. Karşı sahil, Kartal hattı tam bir taş yığını. Benim bu adayı sevmemin en önemli nedenlerinden biri de, belki adanın hiç değişmemesi aksine doğanın ve yeşilin artışına tanıklık etme şansına sahip olmam. Şehri şuursuzca, plansızca, estetikten uzak bir biçimde katledenler gelsinler buradan eserlerini izlesinler. Ama işin kötü ve hatta komik yanı, bu manzaranın onları rahatsız etmemesi hatta aksine beğenmeleri de işin ironik yanı tabii.
Kenti deneyimleme pratiğiniz nasıl?
Kent benim için, adayı hariç tutarsam, Avrupa yakası demek. Ben doğma büyüme Nişantaşılıyım. Dolayısıyla evlendikten sonra her ne kadar Anadolu yakasında yaşamış olsam bile her zaman aklım yüreğim karşı yakada idi. Şehrin kalbi orada, kültür, sanat, dinamizm her şey orada. Kalabalık, trafik, stres, adrenalini de seviyorum galiba. Belki ancak emekliliğimde tekrar Anadolu yakasına dönebilirim. Ama o konuda bile emin değilim çünkü kendimi hiç oraya yakın hissedemedim.
Akademik hayatınıza geçersek: Ne zaman ve neden akademisyen olmaya karar verdiniz? Spesifik bir kırılma anı oldu mu? Yoksa zaten hep biliyor muydunuz?
Açıkçası üniversite bittiğinde akademik kariyer yapmayı pek de düşünmüyordum. Okumayı, yazmayı, araştırmayı ve her zaman disiplini çok sevdim. Lisedeki tarih hocam annemi bir gün okula çağırıp, “Öyle bir sınav kâğıdı verdi ki hep sebep sonuç, nedensellik ilişkisi kurmuş” demiş. Analitik, eleştirel bir düşünceye sahip olduğumu o dönem hocam fark etmiş ve anneme “Yasemin iyi bir akademisyen olur demiş.” Anneciğim de hep benim akademisyen olmam için teşvik ve telkinde bulundu. Bence bunun psikolojik bir yanı var zira annem ve babam Hukuk Fakültesi’nden sınıf hatta sıra arkadaşı. Mezun olduklarında babamı hocası Sıdık Sami Onar asistan olarak istiyor. Anneme de asistanlık önerisi geliyor başka bir hocadan ancak evin dönebilmesi için iki kişiden birisi fedakârlık yapması gerekiyor. Annem bu konuda “İsmet o kadar parlak bir öğrenciydi ki ben bir adım geride durup avukatlık yapmam gerektiğini anladım ve Siemens’te avukatlık yapmaya başladım” diye anlatır. Babam, akademisyenliği düşünmeye başladığımda, beni tartmak ve hatta kararımdan emin olup olmadığımı bana da sorgulatmak için “Akademisyenlik uzun soluklu bir maraton, sen ise özgür ruhlu bir insansın, iyi düşündün mü?” gibi sorular sorup beni zorlardı. Genelde akademisyenin çocuğu olmak kolay bir şey değil. Bir yandan çevrenin beklentisi yüksek oluyor diğer yandan da mesleğe müdahil olmanızda bir “kıyak” olduğuna dair dokundurmalara karşı hem zırhınızı kuşanmak durumunda kalıyorsunuz. Bir başka deyişle tersini kanıtlamak için gereksiz enerji ve zaman tüketiyorsunuz, özetle beyhude uğraş.