Birlikte çalıştığım insanların mutluluğu, benim de yaratıcı yanım için ilham kaynağı oldu. Sanat ve tasarımın öncelikli olduğu, renkleriyle, dokusuyla, ruhu olan bir yer burası. Lüks fakat çevresiyle uyumsuz olmayan ya da göz korkutmayan, misafirlerin etkileşime geçebileceği küçük esprili dokunuşların yer aldığı, eğlenceli, rahat, renkli bir tasarım çizgisi üzerinden ilerledik” diyor. Renk paletini, doğadan ve çevreden ilham aldığı 12 renkle oluşturan ve her mevsimde iç mekânın dışarıyla ilişki kurabilmesi için renk oyunlarına başvuran iç mimar, sıcak havalarda ferah ve davetkâr, soğuklardaysa sıcak bir ev hissi yaratmayı başarmış. Studio Ashby’nin, aslında Londra merkezli bir tasarım ofisi olmasına rağmen, Güney Afrika’da bu projeyi gerçekleştirmelerinin sebebi de Sophie Ashby’nin annesinin Cape Townlu olması ve sekiz yaşına kadar burada yaşadığından çocukluk arkadaşına ait The Robertson Hotel’in yenilenme projesini hiç düşünmeden kendi hayata geçirmek istemesi olmuş.Bir yanının buraya ait olduğunu söyleyen ve aynı zamanda Afrika’ya özgü sanat ve tasarım parçaları toplayan bir koleksiyoner olan Sophie Ashby, bu projenin ona daha derin ilişkiler kurmak ve yeni şeyler keşfetmek içinde çok iyi bir fırsat sağladığını, bir kez bu kadar ruhu olan bir yerde bulunursanız, etkisinden kurtulmanın çokta mümkün olmadığını vurguluyor.
Modern hatların otantik dokularla buluştuğu, tamamı yerel sanatçı, tasarımcı ve ustalarla çalışılarak projelendirilen The Robertson Hotel, her biri farklı tasarlanan 10 odası ve restoran-bar bölümüyle ilham veriyor.