Mimarlığından ziyade gazeteci kimliğiyle tanınan Aydın Boysan 91. yaşının son günlerini sürerken evine konuk olup Vahdettin’in tahtta olduğu günlerden şimdiye uzanan bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz
Kapıda karşılanıp salona buyur edildikten sonra heyecan içinde beklerken içeri girip “Hoş geldiniz!” diyor Aydın Boysan. İster istemez heyecanla karışık bir gülümseme kaplıyor yüzümüzü, “Hoş bulduk,” diyoruz, “Bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” Koltuğuna oturmasıyla birlikte sohbete başladığımız Boysan söze eski İstanbul, özellikle de Samatya’dan başlıyor: “Eski İstanbul’u bilenler azaldı artık. Kitaplarda, televizyonda anlatıyorum ama söylenecek yeni bir şeyler her zaman var. Samatya’da büyüdüm ben. Biz çocukken mesela teravih namazına giderdik. Narlıkapı’da tiyatro grubumuz vardı, tiyatroyu yaşatan bir semttik. Bizim tiyatromuza şehir tiyatroları konuk olarak gelirlerdi. Tuluat tiyatrosu gelirdi, cambazlar gelirdi… Değişik zamanlar yaşadık orada, çok da iyi oldu. Çok özlüyorum oraları, senede bir kez mutlaka giderim. Ben doğduğumda ilk 11 sene evlerde elektrik yoktu. Biz gaz lambası yakardık, odun sobasıyla da ısınırdık. Tüm bunlara rağmen bir daha dünyaya gelsem aynı hayatı yaşamak isterim. Annem öğretmendi benim. Samatya’da ilkokula gittim. Birinci sınıfı başka hocadan okudum. İkinci sınıfa geçtik, annem öğretmenim oldu, çok zor bir durum… Çok acımasızdı, en çok beni döverdi diğerlerine gösteri olsun diye. Bir de ‘Bu akşam benim dersim yok’ diyemezdim mesela. Dersim yok dediğimde kovalardı. Daha sonra Pertevniyal Lisesi’ne başladım. O zaman orta kısmı da vardı.”
Dönemin sınırlı şartlarına rağmen ne kadar iyi bir eğitim aldıklarını ve öğrenmeye duydukları meraktan bahsediyor Boysan: “Hocalarımdan birisi Nurullah Ataç’tı mesela, Reşat Ekrem Koçu vardı, İhsan Kongar vardı. Bizim müzik öğretmenimiz bile Mesut Cemil Bey’di. Mühim adamdı, üç sene bize hocalık etti. Evimizde ders çalışamıyorduk çünkü sobalı oda bir taneydi, orada da gürültüden çalışamıyorduk. Eminönü Halk Evi’ne ders çalışmaya giderdik yürüyerek, orada koca bir soba vardı. Bir yandan da orada kitap okuyorduk mesela, yalnızca ders çalışmıyorduk. Binlerce kitap vardı. Kitap okuma fırsatı vardı, zevki vardı. O zevki edindik. Hep sınırlı şartlar içinde yaşadık ama biz kitap da okuduk, Narlıkapı Tiyatrosu’nda Shakespeare bile seyrettik biz yahu! Çok değişik hayatlar yaşadık. Çiçek merakım mesela çocukluğumdan gelir.”
En az bir botanik bahçesi kadar bakımlı terasını gezdiriyor bize Aydın Boysan: “Burada gördüğünüz çiçeklere ben bakıyorum. Tabii ki artık yoruluyorum, yardımcım var, ama hangi çiçeğe nasıl bakılacağını ben söylüyorum” deyip bize çiçeklerini tanıtıyor.
“Ahlak bozulunca imar da bozuluyor!”
İstanbul siluetini kaplayan gökdelenlerle ilgili ne düşündüğünü soruyoruz, kısa olduğu kadar vurucu bir cevap veriyor: “Yüksek yüksek binalar yapmaya devam ediyorlar. Karşı sahilde yapıldığı halde buradan gözükeni var. Ahlak bozulunca imar da bozuluyor tabii. Medeniyetin sonudur bu!” diyor: “Ben 12 sene önce mimarlık büromu kapadım. En son Güneşli’deki Hürriyet Binası’nı yaptım ama o da artık yıkıldı. Kalanlardan çok fazla bina var hâlâ.”
1966’dan bu yana aynı evde yaşayan Boysan ve eşi, değişen Boğaziçi manzarasından çok da etkilenmemişler. Karşı yakanın betonla kaplanan manzarasına hâkim olan teraslarının hemen sağ tarafında da Boysan’ın deyişiyle “hastalık” başlamış. “Binalarla doldurunca İstanbul’un Boğaziçi’nden geriye bir şey kalmıyor. Çok yakında etrafımızda hiç yeşillik kalmayacak” deyip kendi eseri olan mimari yapıların toplandığı kitaba uzanıyor: “Bakın, bu Bulgar Devlet Opera Binası için düzenlenen uluslararası yarışma için hazırladığım proje. 120 küsur proje katıldı tüm dünyadan. Benimki dördüncü geldi ama nedense yarışmaya katılan projelerden hiçbirini uygulamadılar. 1945-2000 yılları arasında mimar olarak 1,5 milyon m2 bina planladım. İlk işim Hakkâri’deki Hükümet Konağı’ydı. 47 senesinin birinci günü iki kişi yola çıktık, hem de yürüyerek! Kar, soğuk başladı, inşaat devam edemiyor, orada işim yok. Tabii o zamanlar yol da yok! Nasıl yaparız, nasıl yaparız derken çıktık yola. 230 km’yi tam bir haftada yürüdük!”
Giderayak toplantıları
Aydın Boysan’ın, Türkiye’nin aydınlarından oluşan bir grupla birlikte yaptığı sohbet toplantılarını bilmeyen yoktur. Üyelerinin yüksek yaş ortalamaları sebebiyle “Giderayak” adını alan grubun toplantıları, aralarından ayrılanlara rağmen devam ediyor: “Hepimiz yaşlanmış insanlardık. Birbirimizden hoşlandık, cuma günleri toplanmaya başladık. Mesela Cevat Çapan vardı, edebiyat profesörü, dolu dolu bir adamdı. Fethi Naci vardı, yazar, Allah rahmet eylesin onu da kaybettik. ‘Biz bu takıma bir isim koyalım!’ dedik. Ben de ‘Giderayak’ olsun dedim. Hâlâ toplanıyoruz. Akla gelen her şey konuşuluyor, laf bitmiyor ki… Bu kadar sene yaşayınca herkeste bir şeyler birikiyor tabii.”
Rakı nasıl içilir?
91 yıllık çınar, keyif insanı ve tabii ki rakı uzmanı Aydın Boysan’ı yakalamışken rakı içmenin inceliklerini sormadan olmaz. Boysan’a göre rakı içmenin en önemli detayı güneş battıktan sonra, yavaş yavaş ve sohbet eşliğinde içilmesi: “Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökeceksiniz ki kokusu daha da yayılsın. Rakının yarısı kadar su koyacaksınız en son da buz. Bu sırayı bozarsanız anason kadehin üzerine çıkar ve rakının tadı kaçar.” Rakı içmenin detayları bunlarla sınırlı kalmıyor tabii ki; bir de dikkat edilmesi gereken sofra adabı var: “Masada yaşça en büyük kişi kadehini tokuşturmak için kaldırmadığı sürece kadeh kaldırılmaz. Rakı sofrasında ciddi şeyler konuşulmaz, memleket kurtarılır, dedikodu yapılır. Bir de sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon koyulmaz” diyor.
Uzun sohbetin ardından Boysan’ı da daha fazla yormamak için yanından ayrılıyoruz. Bilmeyenlere buradan da duyuralım: Lokum gibi insan Aydın Boysan 17 Haziran’da 92. yaşına giriyor. Biz de o hoş sohbetinden daha uzun yıllar mahrum kalmamayı dileyerek yeni yaşını kutluyoruz: Sevgili Aydın Boysan, sen çok yaşa!
Hazırlayanlar Gökçe BURDURLU CÖMERT – Seda TÜREN
Fotoğraf Burak TEOMAN
[imagebrowser id=1049]