Aklın alacağı gibi değil yıllar boyu edindiği vasıflar: Tasarımcı, mühendis, öğretim üyesi, koleksiyoner ve aşçı! Kendisi ufacık, hayattaki yeri devasa bir kadın o: Gönül Paksoy. Onun Teşvikiye’deki evindeyiz…
“Yapabildiğimiz her şeyi yapsaydık, buna kendimiz bile şaşardık” sözü kulağımda, yüzümde ironik bir gülümseme, dalga geçercesine Thomas Edison’la, Teşvikiye’deki çatı katına doğru ilerliyorum. Tek başına bir kadının başarı hikâyesini döndürüp durarak kafamda, “Daha fazla ne üretebilirdi ki?” diyorum, “Daha ne kadar donanımlı olabilirdi acaba?”. Bildiklerimden fazlasını duymak için hızlandırıyorum adımlarımı, heyecanla çıkıyorum zemin kattan yukarı. Sıcacık gülümsemesi yüzünde, ufak tefek bir kadın, sadece birkaç dakika sonra evinin genelinde de fark edeceğim bir sadelikle açıyor bize kapıyı.
Salona geçiyoruz birlikte, kısa bir sohbetten sonra başlıyoruz evi gezmeye. Az eşyayla dekore ettiği evinin her köşesinde karşıma çıkan tarihi eserleri hayranlıkla izliyorum; hiçbir söz dökülmüyor açık kalan ağzımdan. Buram buram geçmiş kokan havayı soluyor, yalın mobilya ve objelerin esintisiyle kurduğu mükemmel dengeyi içime çekiyorum. 21 yıl önce, kapısını araladığı ilk günden beri yaşanmışlıklarını depoluyor buraya. Detaylar değil, koskoca bir hikâye var burada. Ben dinlemeye koyuluyorum, o anlatmaya başlıyor.
Resimle iç içe bir çocuk, kimyayla tanışınca ikisinin arasında kalan bir genç kız… Birtakım engeller sonucu kimya mühendisliği bölümüne yaptırıyor kaydını. Doktorasını verdikten sonra aynı üniversitede asistan olarak çalışmaya başladığı ilk sene, kendilerine “hoş geldiniz” partisi yapılmamasına misilleme olarak, asistan arkadaşlarıyla birlikte organize ettiği “hoş bulduk” kokteyli, belki de bugün sofralarının dillerden düşmemesinin çıkış noktası oluyor ve o günden sonra rektörün verdiği tüm davetleri düzenlemekle görevlendiriliyor! Çalıştığı 15 senenin sonunda, geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle derslere devam edemediği süre içinde okulu hiç özlemediğini fark ederek istifasını veriyor. “Her şeyin bir sebebi vardır” sözünün doğruluğunu kanıtlarcasına, çeşitli sıkıntıların doğurduğu güzellikler ve ardı ardına gelen tesadüflerle yön değiştiriyor hayatı. İstanbul’a geldiğinde, kardeşiyle birlikte eski takı ve halı-kilim mağazası açıyor. Beklemediği şekilde, ince zevkiyle seçtiği kumaşlardan kıyafet tasarlaması talebi gelince, halılar alt kata indiriliyor ve az sayıda parçadan oluşan bir koleksiyon hazırlamaya başlayor. Tam da o günlerde, daha vitrini bile tamamlanmamışken yabancı bir moda editörü çıkageliyor ve Gönül Paksoyun’un ürünlerine dergisinin sayfalarında yer vermek istiyor. O yayından sonraki birkaç ay içinde mağaza oradaki en popüler mekân haline geliyor. “Dikiş biliyorum ama nereden bildiğimi bilmiyorum” diyerek esprili bir şekilde anlatıyor kıyafet işine atıldığı o ilk zamanları. İstek üzerine istek geliyor, koleksiyonun sayıları artmaya başlıyor. Bazı arkadaşları, bugün hâlâ o dönem yaptığı tasarım giysileri giyiyor! Kreasyonları sergilenmek üzere yurtdışına götürülüyor, tasarımları kitaplara konu oluyor, koleksiyonları müzelerde yer alıyor. Saymakla bitmeyecek ilklere imza atıyor
Hiçbir mecradan yardım talep etmediğini şu cümlelerle anlatıyor Gönül Paksoy: “Bir gün Duygu Asena bana ‘Onlardan hiç destek istemediğin için dergiciler sana kızıyor’ demişti. İstenmesi gerektiğini düşünmüyordum, çünkü tasarımlarım eğer fark edilebilirlerse kullanılırlar bana göre.”
Aşçı kimliğini anlatmaya gelince sıra, bir anda çocukluğuna dönüyor: “Mutfağa çok ilgi duyan bir ailede büyüdüm. Anneannem ve babam yemeğe çok meraklıydı. Babam, ev alışverişine kendisi çıkan bir işadamıydı. Master’ımı bitirdikten sonra Adana’da yalnız yaşamaya başlamıştım, annem bana yemek getirirdi. Bir gün ‘Artık her gün annemden yemek bekleyecek yaşı geçtim’ dedim ve kendimi denemek için arkadaşım olan evli bir çifti evime davet ettim. İnanamadılar, yemeği annemin yaptığını düşündüler! İkinci davetim, bir cesaretle 30 kişilik oldu! Herkes çok şaşkındı, yine çok beğenmişlerdi. Daha sonra bir derginin yarışmasına katıldım. İşte o gün bir yemek yaptım ve akabinde telefon numaramı değiştirmek zorunda kaldım!” diyor gülerek ve devam ediyor: “Üniversitede öğrencilerime, evimden yemek ve sofra malzemeleri getirirdim. Bir gün bölüm başkanı geldi, ‘Hayatınızda bir tek Gönül’ü ve onun özenini örnek alın’ dedi. Adana’dan İstanbul’a gelince, kişi sayısı sürekli artan davetler düzenlemeye başladım. En son konuk sayısı, 350 kişiydi!” Her konuda, bir çırpıda yakaladığı başarının kaynağı, anlattığı tüm anılarda kendini öne çıkarıyor: İstek, özen ve devamlılık.
Sunduğu lezzetlerin daha büyük kitlelere ulaşması arkadaşları tarafından telkin edilince ilk yemek kitabını çıkarıyor. Kitap, tek bir noktada satılmasına rağmen tamamen tüketiliyor, dünyanın her yerinden gelen şefler, kütüphanelerinde onun tariflerine yer veriyor.
Evinde tabii ki kayıtlı tuttuğu 5 bine yakın tarihi eser onun sıkı bir koleksiyoner olduğunu gösteriyor. Bu merakın nereden geldiğini soruyorum, ciddiyetle yanıtlıyor beni: “Bir kere, bu ülkede yaşayan herkes bu kültürün içine doğuyor. Bazıları fark ediyor, bazıları edemiyor. Biz belki aile yapımız açısından şanslıydık, tüm bunları fark eden insanlar olarak büyüdük kardeşlerimle beraber. Bu ülkeye ait her şeyi korumak gerektiğini öğretti annem bize. Okul sıralarının çizilmemesi gerektiğini tembihleyerek başladı küçüklüğümüzde. Arkeolojiyi seviyor olmam ve kardeşim Şahin’in de bu konuya ilgi duyması bizi eserleri toplamaya itti. Kayıt yaptırdığınız sürece hiçbir sorun olmadığını belirtmek istiyorum. Ben daha ilkel şeyleri seviyorum, az sayıda Selçuklu olmak üzere genel olarak tarih öncesi yapıtları bulunduruyorum.” Koleksiyonerlerin desteklenmesi gerektiğinin de altını çiziyor Paksoy: “Sevgiyle topladığım parçaları hapsetmek istemiyorum. Herkesin görebileceği bir ortama taşımak istiyorum. Bu, tek başımıza yapabileceğimiz bir iş olmadığı için de gerekli desteği ilgili mecralardan bekliyorum.”
21 sene önce, karanlık, petrol rengine boyanmış duvarlara sahip bu evde her yer yıkılmış ve büyük bir tadilat yapılmış. Buraya taşınmasında, işyerinin ve kardeşlerinin evlerinin yakınlığının yanı sıra bahçeli olması da büyük rol oynamış. Eserler, dolapların içinde muhafaza ediliyor olsa da sayıları çok olduğundan onlar dışındaki her eşyayı sadece ihtiyacı olacak kadar seçiyor. “Onlar bir kültürü yansıtıyorlar, bugün alacağım hiçbir şey o kültürü yansıtmayacak” diyerek açıklıyor bu konudaki hassasiyetini. Yarattığı dünyayı “sadeliği yakalamış bir ev” olarak tanımlıyor. Bahçesi için çok uğraşıyor, tüm çiçeklerine tek tek özen gösteriyor, mutfağında kullanmak üzere kendi meyve ve sebzelerini yetiştiriyor.
Her açıdan “üretken” bir kadın olsa da o yalnızca tasarımcı olarak görüyor kendini. İstediğinde giysi istediğinde yemek tasarladığını söylüyor. Bana göre ise eğitimli, zevkli, duyarlı, başarılı, asil, çok yönlü bir kadın o, Gönül Paksoy ve tek bir tanımlamadan çok daha fazlası…
[imagebrowser id=960]