Cihangir’deki Rose Marine restoranın en arka tarafında kahvesini içen Yetkin Dikinciler’in yanına koşar adım yaklaşıyor, heyecanla “Çok beklettik mi?” diye soruyorum. Olanca sempatikliğiyle “Ben keyifle kahvemi içiyorum, ne bekletmesi” diyor ve ekliyor: “Güne mutlaka Americano içerek başlarım ve gün içinde de birkaç kez bunu tekrarlarım. Özellikle oyunlardan önce dinç olmam açısından bana çok iyi geliyor.” Daha ayaküstü laflarken bile kendini belli ediyor; öylesine pozitif, öylesine kibar ki, insanın içini ısıtıyor. Hayat görüşü, empati yeteneği, karşısındakinin kendisini yetersiz hissetmesine sebep olacak kadar fazla şey bildiği halde öğrenmeye olan açlığı, filozof edasındaki konuşmaları, olaylara olumlu bakış açısı ve “dopdolu” kişiliği, önünde saygıyla eğilme isteği uyandırıyor. Yerimize oturuyor, kendisine mekânın spesiyallerinden “Rose Marine kebap” siparişi verdikten sonra sohbete başlıyoruz. “Bu aralar neler yapıyorsunuz?” diye soruyorum, kendine has tebessümünü takınarak yanıtlıyor beni: “Bir oyuncunun kaderi sıradaki rolünü beklemesidir. Çünkü oyuncu kendi başına bir senariste ya da yönetmene benim için şöyle bir şey yaz demiyor. Bir yerlerde birileri sizi hayal ediyor ya da yazdıkları senaryoda size bir rolü yakıştırıp teklifte bulunuyor. Dolayısıyla ben hayatım boyunca bahtımdaki rolleri bekledim, bahtımı da hep sevdim, bahtınızı severseniz o da sizi seviyor. Şu anda Hakan Aksum’un yönetmenliğini yaptığı, Eda Ece ile baba kızı canlandırdığımız ‘Kızım İçin’ filmimiz vizyonda. Profesyonel tiyatro oyunumuz dört sezondur kapalı gişe devam ediyor, üstelik ülkede ‘tiyatro öldü, giden yok’ dendiği zamanlardan beri oynuyor. Profesyonel oyununda gerek yazarın kurduğu dünya, gerekse rejisörün onu bütün sadeliğiyle sahneye aktarışı, içinden geçtiğimiz coğrafya ve zamanda karşılığını bulan bir hikâyeye dönüşüyor, bu da bizi ayakta tutan bir şey. Zaman zaman seslendirme yapıyorum, yaz için bir iki sinema filmi senaryosu okuyorum. Bahtımda varsa olur, öyle yaşamaya devam ediyorum.” Kahvesinden bir yudum alıp devam ediyor: “Bu sezon çok beğendiğim, kalitesini iyi bulduğum Muhteşem Yüzyıl’da oynama şansına eriştim. Altı bölüm Kara Ahmet Paşa’yı canlandırdım, çok keyifliydi.” O esnada yemeği geliyor, afiyetle yemeye koyuluyor. Rose Marine’i neden tercih ettiği sorusuna şu cevabı veriyor Dikinciler: “Ben 15 yıldır Cihangir’de yaşıyorum. Kimileri sevmez ama sadece kafelerden ibaret değildir burası. Eski bir mahalledir, İstanbul’un çok değerli yerlerinden biridir, hem kozmopolit, hem de şehirde yaşamanın zarafetini taşıyan insanların burada olmasıyla özel semtlerdendir. Aslen Aksaray’da doğdum, babam Kumkapı’da, dedem Yenikapı’dadır; yine İstanbul çocuğuyum yani. Fonksiyonel açıdan da çalıştığım tüm işlerin Avrupa yakasında olması ya da karşıda olacaksa bile ulaşım açısından zaman zaman metroyu, deniz motorunu kullanabilme lüksüm olduğu için çok sevdiğim bir bölge burası. Bunun yanında insanlar sevdiği insanlarla buluşmak ve muhabbet etmekle de dinlenirler. Arta kalan zamanlarda evime gidip uyumak yerine tam tersi muhabbet etmek, bir duble bir şey içmek, çay kahve ile sohbetin belini kırmayı, paylaşmayı severim. Rose Marine’in de farklı ve özel bir dekorasyonu var. Yaz kış bu ortamda yemeğinizi yiyip, kahvenizi içip sohbet edebilirsiniz onun için ayrıcalıklı mekânlardan biri bana göre.” Yemek yemeyi çok sevdiğini ancak çalıştığı günlerde, özellikle sahneye çıkacaksa fazla yemeğin yük hâline geldiğini, bu nedenle salataları tercih ettiğini belirtiyor Dikinciler. Kafenin bonfile, roka ve Akdeniz salatalarını ve makarnalarını çok lezzetli buluyor, kahveyi ne kadar sevdiğini tekrar dile getiriyor; çoğu kişinin aksine yorgunken elinde kahveyle uykuya dalabildiğini söylüyor! Dekorasyon konusuna değiniyoruz, ne derece ilgili olduğunu soruyorum: “Benim için fonksiyonellik önemli. Dışarıda çok koşturduğum için evim rahat olsun bana yeter. Dört yıldır kız arkadaşım Aslı ile birlikteyim, dolayısıyla onun istekleri doğrultusunda da yenilikler veya değişiklikler olabiliyor. Benim vazgeçilmezlerim vardır, mesela evde yayılmayı sevdiğimden köşe koltuklar çok hoşuma gider” diyor ve sevimli bir detayı bizimle paylaşıyor: “Bu, zamanında kendi evimde edindiğim bir alışkanlık. Ben küçükken o koltuğa hep böyle büyükler otururdu, kendi evim olunca artık ben oturacağım hayaliyle kendime de tabii ki öyle bir ayrıcalık tanıdım.” Gülüşmelerimiz sohbetin bölünmesine sebep oluyor, “Vazgeçemediğiniz bir objeniz var mı?” diye sorarak kaldığımız yere geri dönüyorum, o da geçmişe kısa bir yolculuk yaparak cevaplıyor beni: “Anneannemin sandığı var, eskiden içinde misafirler için çarşaf, yorgan ve nevresimlerin saklandığı bir sandık. Annemle babamla evlendikleri yıl aldıkları, Amerikan tarzı, çok güzel bir konsol gibi duran, üzerine televizyon bile koyabileceğiniz çok zarif bir kitaplığım var. Her yaşta gördüğüm eşyaları benimle birlikte hayatımda bulundurmaya devam ediyorum.” Tasarımla ilgili düşüncelerini ise şu sözlerle ifade ediyor: “Aslında en çok kendimi tasarlamaya çalışıyorum, bunu da dışarıdan değil içeriden yapmaya çalışıyorum. Bir insanın başaracağı en iyi şey özgüvendir, kendini kendine tarif edebiliyorsa başkasına tarif etmeye gerek yoktur diye düşünüyorum. Çünkü başkalarının duruş dediği şey aslında yapıp ettiğiniz her şeyin sizde duran halidir ki bu, kullandığınız aksesuardan yatağınıza, giysilerinizden yediğiniz yemeğe kadar yansıyacaktır” diyor ve devam ediyor Dikinciler: “Bu sözlerimi beğendiğim tarzla bağdaştıracak olursam, son zamanlarda country takıntımız var, çünkü country bana rahmetli anneannemin köyümüzdeki, kokusu burnumda tasarımlarını çağrıştırıyor. Onlar da işlevsel; yufkanın da yumurtanın da durduğu yerler veya yatak odasında gereksinimlerden doğarak üretilen eşyalar gibi çok hoşuma gidiyor. Şehir hayatında bu tarzı, biraz peşine düşerek, izini bulmaya çalışarak yakalamak mümkün. Taş gibi, ağaç gibi gerçek malzemeye dokunmak benim gerçek mutluluğum.”
Hazırlayan Eda TÜRKMEN
[imagebrowser id=1403]